18 Ocak 2010 Pazartesi

Ahmet İnsel İle Yeni Sol Üzerine

Yeni Sol Parti girişimi Merkezi Temas Heyeti üyesi ve Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet İnsel ile yeni sol üzerine röportajı Turnusol Haber'den Cihan Erdal gerçekleştirdi.

Yeni bir sol arayışı sadece Türkiye'ye özgü değil...


- 4 Temmuz’dan bu yana yeni, kitlesel bir sol parti kurma çalışmaları devam ediyor. Bu partiyi diğer sol partilerden ayıran, yeni ve kitlesel kılacak olan nedir?

- Partinin yeni ve kitlesel olup olmayacağını zaman gösterecek. Yeni ve kitlesel olmasını sağlayacak koşullar nelerdir diye bakacak olursak, birincisi, bugüne kadar sol partiler ya sadece reformist, düzen içi ve toplumsal dönüşümü büyük ölçüde erteleyen, çeşitli gerekçelerle düzenin kurallarını benimseyen, içselleştiren hareketler olmuşlardır. Buna karşılık sosyalist sol ise daha çok kendi söyleminin radikalliğinin sarhoşluğuna kedini kaptırdı ve bu radikal söylem, kendisinin siyasal alanda etkin biçimde var olmasını engelledi. Bir ideali dile getirirken o idealin bütünüyle var olabileceğini düşündü. Bu birazda siyasal alandan kaçmaktı. Daha çok dünyevîleşmiş bir dini hareketin mutlaklılığını taşımaktı.

Bu eğilimlerin ötesinde, ilkelerini açık biçimde ortaya koymuş fakat bunları ulaşılmaz ilkeler olarak tasarlamamış, bu ilkeler ışığında siyasal ve toplumsal hareketin tarzını belirleyecek ve toplumu klasik sosyalist bakıştan biraz farklı algılayabilecek bir sol hareket tasarlıyoruz. Bu anlamda toplumu tahayyül tarzını sadece sınıf mücadelelerine indirgeyen, bireyleşmeyi dikkate almayan, esas olarak toplumun sadece bir iktisadi çıkar çatışması alanı olduğunu kabul eden ve insanları bu iktisadi çıkar çatışmaları pozisyonuna indirgeyen bir klasik sol-sosyalist analizin aşılması gerektiğine de inanıyoruz. Çünkü insanlar sadece iktisadi yaratıklar değiller, sadece sınıf belirlemelerinin uzantısında yer alan robotlar değiller. Elbette sınıf belirlemeleri de var, iktisadi çıkar çatışmaları da var fakat insanlar bunları da içinde barındıran, ancak çok daha karmaşık ve potansiyelleri çok daha büyük bir canlı dünyası. Sol bu insanların zengin tahayyül dünyalarını çeşitli cepheleriyle yeniden keşfetmek zorunda.

Bir de üçüncü bir sorun var. Tabii ki 19. yüzyılın ortalarında tasarlanan bir dizi değerlendirme, tespit edilen bir dizi gözlem, bunlardan hareketle oluşan bir takım önerilerin bir buçuk yüzyıl sonra artık bir kısmının geçerliliğini yitirmiş olması da normal. Zannediyorum yeni bir sol arayış girişimi Türkiye'ye özgü değil, aslında bir çok ülkede bir buçuk yüzyıldan sonra sol-sosyalist düşüncenin bir bilançosunun çıkartılması ve burada yeni dünyanın yeni koşullarına uygun bir analiz ve buna bağlı bir anlam anahtarı üretilmesi de söz konusu.

- Radikal İki'de yazdığınız bir yazıda, yeni sol partinin "demogojik yanı ağır basan son derece radikal söylemlerin durmadan tekrarlanmasıyla vücut bulanların partisi olmamalıdır" diyordunuz?

- Durmadan tekrarlanan sloganlar biraz dünyevî bir din algısı yaratır. İnsanların o sloganları duymakla huzur bulması bir siyasi davranıştan ziyade bir psikolojik rahatlama yöntemidir. Solun sloganlarla rahatlamak yerine gerçekleştirdiği başarılarla övünmek ve o başarılara güvenme ihtiyacı var. Ne kadar yüksek sesle bağırırsanız o kadar özgüveniniz düşük demektir. Ne kadar çok sloganlara kendinizi hapsederseniz aslında güçsüzlüğünüzü ve kendi özgüven eksikliğinizi örtmeye çalışıyorsunuzdur. Bunu mezarlıktan geçerken ıslık çalmak olarak da tâbir edebiliriz.

Solda 80 sonrasında büyük bir özgüven eksikliği var. Ama sadece Türkiye'de değil. Latin Amerika solu kısmen bunun biraz dışında. Her ne kadar dünyadaki tüm sol Sovyetler Birliği'ni kâbe olarak kabul etmemiş olsa da Sovyetler'in çöküşü çok büyük bir dönemin, deneyimin, çok büyük iddialarla başlamış bir devrimin iflâsı anlamına geldi. Bu kolay hazmedilir, kolay unutulur, iz bırakmaz bir şok değil. Üzerinden sadece 20 yıl kadar geçti. 20 yıl dünya tarihinde hiç bir şey değil. 82 anayasası ve 80 darbesi Sovyetler'in çöküşünden daha eski. Dolayısıyla Sovyetler'in çöküşü dünyadaki solda çok ciddi bir boşluk bıraktı. Anti-Sovyetik olan, Sovyetler'in devrime ihanet ettiğine inanan sol dahil olmak üzere çok ciddi bir boşluk yarattı.

İkincisi dünyada solun devrim özleminin ve değişim dinamiğinin taşıyıcısı olan bir aktör vardı, işçi sınıfı. 19. yüzyıl ortasında bakıldığında bu işçi sınıfı gerçekten de üretimin bilgisine sahip, esas olarak zanaatkâr kökenli, dolayısıyla ‘üreten biziz yöneten biz olacağız’ fikrini içselleştirmiş, haklı olarak içselleştirme imkanı olan bir sınıftı. 20. yüzyılda kapitalizmin dönüşü işçi sınıfının elinden bu bilgiyi aldı. O meşhur mavi ve beyaz yakalılar ayrımı geldi. Bilgi beyaz yakalıların tarafında kaldı. Dolayısıyla işçi sınıfı bu toplumun üretim bilgisine vâkıf ve gelecek toplumun yönetimine aday bir sınıf olma iddiasını kaybetti. Çünkü bu toplumun bilgisine vâkıf değil. Artık makinanın bir uzantısı haline dönüştü. Makina kendisinin uzantısı değil, o makinanın uzantısı haline dönüştü. Dolayısıyla büyük ölçüde 20. yüzyıl sonuna geldiğimizde sol asli ve siyasi aktörünü kaybetti. Belki ritüel icabı işçi sınıfı, proleterya vs. laflarını edebiliyoruz, edenler var ama görüyoruz ki bu kesim artık değişimin önderi olacak sosyal konumda değil. Bu, solun tahayyül dünyasında çok ciddi ikinci bir boşluk. Yani o büyük bolşevik devrimi çok büyük bir fiyaskoyla sonuçlandı. Diğer devrimlerde öyle. Kalkıp da 20-30 sene önce Enver Hocacı olanlar bile bugün herhalde Enver Hoca’nın yaptıklarını imanla savunacak durumda değillerdir. 1917 devriminden itibaren tüm devrimler buna dahildir. Castro da buna dahil. Küba devrimi bir ölçüde biraz daha ayrıdır, çok katı bir totalitarizm gibi olmadı ama Küba devrimi başarılı oldu mu derseniz, ayakta kalmak dışında başarısı çok sınırlı. Eğitim ve sağlık hizmetleri güzel ancak onun dışında ayakta kalmanın ötesinde yapılması gereken devrimi devam ettirmek değil insanları daha mutlu ve özgür kılmaktır. Bu açıdan Küba devriminin çok başarılı olduğunu da söyleyemem. Devrim fikri bir diktatörlükle birlikte anılmaktan kurtulamadı. Bu tabii ki çok büyük bir hayal kırıklığı. Dile getirilmese bile solun bilinçaltını çok derinden etkileyen bir hayal kırıklığı. Bugün özgüven kaybı dediğimiz zaman bu sadece Türkiye solunda değil tüm dünya solunda var olan bir kayıp. Bu yapılanların bilinçaltında bilançosu henüz çıkartılmadı. Daha nerede yanlış yapıldığıyla ve niçin yapıldığıyla hesaplaşılamadı.

- Geleneksel soldan kendini ayırt etmek, sosyalizmin tarihiyle hesaplaşmak bağlamında bir ÖDP deneyimi yaşandı. Neden başarılı olamadı?

- Daha erkendi. ÖDP'deki başarısızlığı ben doğal buluyorum. Bir şeyi değiştirmeye karar verdiğimiz zaman, düğmeye basar basmaz olacak gibi bir aceleciliğimiz var. İnsanlık tarihinin değişim dinamiklerine baktığımız zaman herhalde 15 yıl insanlık tarihinde nokta gibi görünür. 1789 devriminden neredeyse yüz yıl sonra Fransa'da hâlâ monarşi mi cumhuriyet mi tartışması yapılmaya devam ediyordu. 1875'te 1 oy farkla mecliste cumhuriyet oylandı. Sovyet devrimine baktığımızda en uzun yaşayan sosyalist deneyim 1917'den 1991'e kadar. Bu çok uzun bir süre değil, mesela yüz yıl değil. Tüm bunlara baktığımızda Sovyet devriminin çökmesi 1991, ÖDP'nin hayata başlaması 1996. ÖDP hayata başladığında Sovyet, Çin, Arnavutluk veya başka başarısız olduğunu gördüğümüz sosyalist devrim deneyimlerinin içinden gelmiş, gençlikleri o dünyada yoğrulmuş, yıllarca onun doğruluğuna inanmış insanlar ister istemez ne kadar değiştik deseler de o kadar hızlı değişemezlerdi. Ya da geçmişte bütünüyle gayrı samimiydiler.

- Değişmek istememiş de olabilirler?

- İstememiş de olabilirler. Değişmek de kolay değil. Düğmeye basarak değişmek öncekinin sahte olduğunu gösterir. Belki erkendi, belki böyle bir deneyim yaşanması yerindeydi, yapılmalıydı fakat bunun başarısız olmasını doğal karşılamak lâzım. Çünkü geçmişteki birikimlerin üzerinden oluşan bir deneyimdi. Bugün ise artık aradan geçen zamanın getirdiği bir mesafe var. O mesafenin getirdiği bir yeniden soğukkanlı şekilde kendi geçmişimizi değerlendirme imkânı var. Nerelerde daha fazla yanlış yapıldığı yanlışların tekrarından ders çıkartma imkânımız var. Ve tabiiki aynı zamanda da modernizmin küreselleşmeyle beraber yeni bir dünya yarattığı ve bu dünyanın kabul edilemez vasıflarının sosyalistler ya da insanlık açısından çok daha belirgin olduğu bir yerdeyiz. 1996'da bu bir slogandı, küreselleşmeye karşı bunun tehlikelerinin ifade edilmesi bir slogandı; çünkü bir kesim için de küreselleşme bir umuttu, açılımdı. Şimdi 15 sene geçti ve o neoliberal küreselleşmenin bütün yıkıcı sonuçlarını gördüğümüz bir dönemdeyiz. O bakımdan da belki şimdi zaman biraz daha uygun ve belki de sol daha olgun.

- Yeni sol parti Kürt sorununun çözümünde nasıl bir yol öneriyor?

- Kürt sorununa iki türlü yaklaşabiliriz. Birincisi Kürt sorunu Kürtlerin sorunudur ve onlar çözmelidir diye yaklaşabiliriz; böylece Türkiye'de sorunların sadece ilgili kişilerle yani Alevilerle Alevi sorununu çözmek, Kürtlerle Kürt sorununu çözmek, eşcinsellerle eşcinseller sorununu çözmek, kadınlarla kadın sorununu çözmek gibi bir tür kimlik korporatizmi diyebileceğimiz bir yaklaşıma teslim oluruz. Bizim savunduğumuz solun en önemli iddiası içinde bulunduğumuz toplumun insani sorunlarının tüm yurttaşların sorunları olmasıdır. Ve esas olarak da kendisi için demokrat olmayan hareketler olacaksak yani diğerkam hareketler olacaksak, demokrasiyi kendi çıkarımızı azamiye çıkartma amacı gütmeyen, genel ilkeler çerçevesinde bir toplumsal ve insanî, yeni medeniyetin yaşam tarzı olarak tasarlıyorsak o zaman Kürtlerin sorunlarının bizim hepimizin sorunu olduğu noktasından hareket etmemiz lâzım. O zaman şöyle bir şey karşımıza çıkıyor; Kürtler yurttaşlık hakları olarak diğer yurttaşlarla eşittirler. Ama bu Kemalist yahut milliyetçi ideolojinin söylediği gibi 'Kürtler zaten yurttaş olarak eşittirler' anlamına gelmiyor. Eşitlik tektip, matematiksel bir eşitlik olmak zorunda değil, bir eşittir bir noktasında değil, bir denklik üzerine farklılıklarımızın denkliği üzerine bir eşitlik kurmamız lâzım. Yani herkes Türkçe konuştuğu için Türkçe konuşmak zorunda olduğu için ve konuştuğu zaman eşittir dediğimiz zaman bu bir tahakkümün eşitlik kılıfı ardında empoze edilmesidir. Bizim eşitlik kavramımızın farklılıkların denkliği, o denkliğindeki eşitlik üzerine Kürdün Kürtçe konuşması, Türkün Türkçe konuşması, Alevilerin Aleviliğin ritüellerini yerine getirebilmesi, Sünnilerin Sünnilik ritüellerini özgürce yerine getirebilmesi üzerine oluşan bir yurttaşlık denkliği zeminidir savunduğumuz. Dolayısıyla Kürt sorununun aynı zamanda bir Türk sorunu olduğunu, tüm yurttaşların sorunu olduğunu, yurttaşlık hakları sorunu olduğunu gündeme getirmemiz gerekir. Ben milliyetçiliğin her türlüsüne karşı olmamız gerektiği kanaatindeyim. Burada hâkim kesim etnik milliyetçiliğine tepki olarak gelişen karşı milliyetçiliklerin de kendisini bir benzer milliyetçilik içinde ürettiği bunun da gelecekteki sorunların kaynağını oluşturabileceğini bilerek, milliyetçiliği her kesimdeki milliyetçi potansiyeli aşabilecek bir alan açmakla sol yükümlüdür.

- DTP bunu aşabildi mi?

- DTP'nin bunu aşabilmesi için demokratik çerçevede seçilmiş, önüne konan zorlukları, engelleri aşarak direnerek meclise girmiş bir partiye gösterilmesi gereken saygıyı ve eşit muameleyi göstermek gerekirdi, gösterilmedi. DTP'ye hep bir parya muamelesi yapıldı. Ne başbakan ne ana muhalefet partisi lideri DTP'yi muhatap almadılar. Meclise bu kadar zorluğa rağmen girme iradesi göstermiş bir partiyi muhatap bile almadılar. Onları muhatap almazsanız şu anlama gelir. Ya DTP kendisini aşarak dönüşümü sağlayacaktır, ama bu da çok kolay bir şey değil. DTP'den AKP'nin ve CHP'nin yapamadığı değişim iradesini beklemek de kolay değil. CHP'nin ve MHP'nin halini görüyorsunuz, AKP'nin nasıl değişmekte zorlandığını görüyorsunuz. O zaman DTP'nin kendi başına hem de bir de dışlanmışlık yükünü üzerinde taşıyarak bütünüyle değişmesini beklemek haksızlık. Değişim o yüzden beklenilenden az oldu. Ama elbette ki değişim ilaçla, kötekle, zorlamayla olacak bir şey değildir; aynı zamanda bir empati üzerine, karşılıklı diyalog üzerine değişirsiniz. Yoksa sürekli dışlanırsanız o dışlanma kimliğinize sarılırsınız daha fazla.

- Kurulacak partinin Kürt toplumsal muhalefetiyle kuracağı ilişki nasıl olmalı?

- Elbette Türkiye'de özgürlükçü, demokratik bir sol partinin, adalet ve dayanışmayı vicdan hareketi olarak kendini tanımlayan adalet ve dayanışma merkezli bir sol partinin Kürt sorununa bu Kürtlerin kendisinin çözmesi gereken bir iştir diye bakması sözkonusu olamaz. Ama böyle bir partinin kimlikler federasyonu olması da sözkonusu olamaz. Kimlikler federasyonunun ötesine geçebilmemiz lâzım. Bu kimlikleri koruyarak, geliştirerek ama aynı zamanda ortak kimliğimizi de pekiştirerek, ortaklığımızın kimliğini pekiştirerek var olabilmemiz lâzım. Böyle bir sol partinin sırtında bu ortaklığın kimlikleri yitirmeden eşit haklara sahip olduğu bir ortaklığın gerçekleştiği bir zemin olma yükümlülüğü var. Bunun yanında Kürtlerin esas, siyasal sorunu Kürt sorunu olan parti kurması da elbette mümkün olmalı. Bunlar birbirine ikame olacak şeyler değiller. Bazı Türkler sadece sorunlarının Kürt sorunu olduğunu ve esas olarak kendilerinin Kürt sorunu merkezli siyaset yapmak istediklerini de iddia edebilirler bu da onların hakkıdır dolayısıyla onların olduğu kanalda değil ama dediğim gibi bir ortak yurttaş hareketi kanalında yer alacak tüm Kürtlere, tüm Alevilere, erkeklere ve kadınlara, gençlere tüm Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına, bu ilkeleri kabul edenlere kapısının açık olması lâzım. Dediğim gibi kapısı açık olup da efendim biz Kürt sorununu iktidara gelince halledeceğiz, şimdi amacımız iktidara gelmektir deyip de ne Ermeni sorununu ne de Kürt sorununu araçlaştırmamak gerek. Zaten yeni parti söyleminin arkasında önemli sâiklerden bir tanesi de her şeyi iktidara gelme perspektifine indirgemeyen bu günden bu toplumda ve hayatın her alanında değişimin koşullarını zorlayan ve iktidara gelmemiş olsa bile iktidarı değişim yönünde zorlayan bir parti olmalıdır. Her şey iktidara gelince çözülmez, siz iktidarda olmasanız da iktidarı değişim yönünde zorlayabilirsiniz ve eğer iktidar sizin değişim yönünde yaptığınız zorlamayı gerçekleştiriyorsa da bu yapılan değişimi inkâr etmek gereğini duymazsınız, bu hegemonik güç olmanın adıdır.

- Daha çok demokrasi mücadelesi ve özgürlükler üzerine odaklanıldığı gibi bir algı da var. Peki nasıl bir iktisadi politika ?

- İktisadi politikamız ne olacak deyip de bunu hayatta uygulamamak üzerine oluşmuş bir sol gelenek var dünyada. İktidarda olduğunuz zaman iktidarda olma koşullarınız sizin neyi yapacağınızı belirler. Önceden yaptıklarınız söyledikleriniz de iktidarda olma koşullarınızı belirler. Onun için iktisadi politikalarınızın ne olacağı konusunu şimdiden tartışmanın, konuşmanın çok önemi yok. Bunlar tamamen teorik boş tartışmalardır. Genel ilkelerden hareket ederek sol eşitlikle özgürlüğün beraber olabileceği bir iktisadi düzeni tasarlamak zorunda. Biz 20. yüzyılda eşitliğin özgürlüğe feda edildiği sosyalist rejimleri gördük. Yoksullukta veya sıkıntıda eşitlik yaratabilirsiniz, bazı haklarda eşitlik yaratabilirsiniz ancak özgürlüğün feda edilmesi bedeline rağmen elde edilen eşitlik bugün biraz nostaljik olarak anımsansa da Doğu Almanya'yı nostaljik olarak yaşayan Doğu Almanya'daki Almanlara bugün bir daha 1960'lara geri döner misiniz deseniz, dönmeye zorlasanız herhalde hiçbiri dönmek istemezler. O bir nostalji çünkü artık.
Solun en önemli kıstası iktisadi yaşamın insan amaçlı olmasıdır. Sermaye birikimini maksimize etmek, azamiye çıkartmak değil, insanların özgürlüklerinin ve refahlarının artmasına yönelik bir faaliyete girmesidir. Burada özel mülkiyeti lağvedersek bunu elde ederiz diyerek hareket edenlerin varlıklarının pek iç açıcı olmayan sonuçlarını gördük, dolayısıyla herhalde bu gün hiç kimse kalkıp da biz özel mülkiyeti lağvedeceğiz diye ortaya çıkma cüretini taşıyamaz, taşırsa da bunun sonuçlarının ne olacağını üç aşağı beş yukarı artık biliyoruz; dolayısıyla özel mülkiyetin lağvedilmesi yakın planda lağvedilmesi biçiminde herhalde solun artık idealinde yer almıyor. Özel mülkiyetin etkisinin, hakimiyetinin toplumsal kararlardaki önceliğinin azaltılması, yani özel mülkiyetin toplu yarar üzerinde bir hakimiyet oluşturmasına engel olunması, herhalde Türkiye’de ve başka ülkelerde solun iktisat politikalarındaki en önemli ilkesidir. Özel mülkiyetin empoze ettiği kendi özel sermaye birikiminin hedeflerine uygun politikaları gözü kapalı kabul etmek yerine bunların toplumsal ortak yarar açısından denetlenmesi, dizginlenmesi, engellenmesi, yönlendirilmesi. Dört tane ayrı şeyler bunlar; çünkü bazılarını engellemek gerekecektir, bazılarını denetlemek gerekecektir, bazılarını dizginlemek gerekecektir, bazılarını da yönlendirmek gerekecektir. Dördünü de duruma göre yapan; örneğin nükleer santral yapmak istemiyorsanız bunu engellersiniz ama bütün Türkiye’yi de rüzgar gülü santralleriyle donatmak da aynı zamanda başka sorunlar yaratacağı için onu da yönlendirmek zorundasınız. Yani bunun alternatifi de bütün Türkiye’nin rüzgar gülü santraline dönüşmesi değildir; enerji tüketiminin yönlendirilmesini elbette yapmak zorundasınız. Bunları bir ortak yarar kıstasından hareketle belirlemek gerekir. Solun politikası, iktisadın ortak yarara yönelik bir ivme içinde olmasıdır. Bireysel yararı ve bireysel özgürlükleri feda eden bir ortak yarardan bahsetmiyorum. Yani ulusal çıkarlar deyip, ulusal özgürlük, devlete özgürlük deyip de bireye özgürlüğü lağveden bir devletçi, milliyetçi faşizan bir ortak yarar kavramı değil elbette. Buna dikkat etmemiz lâzım, çünkü ortak yararın yüceltilmesi sadece sola özgü değildir. Faşistler de ortak yararı yücelterek bir dizi faşizan eylem yapabilirler. Onun için bireysel özgürlükleri lağvetmeyen, bunları inkar etmeyen, küçümsemeyen ama bireysel özgürlüklerin ortak yarara katkıda bulunmasını, bunların birbiriyle sinerji halinde tamamlayıcılık halinde olmasını sağlayacak politikalardır. Dayanışmadan bahsettiğimiz zaman dayanışma sadece insanların cebine para koymak değildir, dayanışma aynı zamanda örneğin tek başına yaşamak zorunda kalan yaşlılara toplumun elini uzatmasıdır. Sadece yoksullara para vermek değildir, yoksullara aynı zamanda sosyalleşme, toplumlaşma, toplumun içinde saygın ve dingin biçimde yer alma olanaklarını yaratmaktır. Açlıktan ölmelerini engellemek yeterli değildir insanların. Aynı zamanda toplum içinde eşit dingin konumda olmalarını sağlamaktır; dolayısıyla solun sadece iktidar politikasına indirgenmez bir sosyolojik iktisadi politikası olması gerektiğini söyleyebiliriz.

- Ergenekon davası süreci Türkiye'de solda da büyük bir ayrışmaya yol açtı. Solun Ergenekon'a yaklaşımı konusunda ne söylemek istersiniz?

- Ergenekon Davası'nda tavır çok açık. Bu dava Türkiye'de vesayetçi rejim davasıdır. Dolayısıyla özgürlükçü, demokrat solun bu davanın sonuna kadar üstüne gidilmesi, suçluların, darbe planlayanların, tedhiş eylemlerinde bulunanların-çünkü bunlar sadece darbe planlamakla kalmış değiller- Diyarbakır'da sadece taş atan çocuklara on beş yıl hapis isteniyor, bomba atanlara bunun daha fazlası istenmek gerekir. Dolayısıyla bu kişilerin toplumu korkutma, bastırma, yıldırmaya yönelik tedhiş eylemleri ve bu çerçevede iktidarı ele geçirmeye yönelik bir hareketlenme içinde olduklarını ve bunların içinde vesayet rejiminin en üst mevkilerine gelmiş kişilerin bulunduğunu, cezalandırılmaları gerektiğini ve AKP'nin bunların üzerine yeteri kadar gitmediğini ısrarla belirtmek sol açısından bir yükümlülüktür. Yalnız bu yükümlülük düşmanımın da âdil yargılanma hakkı olduğunu unutmadan söylenmesi gereken bir yükümlülük. Kendisi için demokrat değil herkes için demokrat olan diyoruz ya, suçlu için de haklar vardır ve bunun âdil yargılanma içinde çözülmesini aynı şekilde sahip çıkmak gerekir. Ceza mahkemesi yargılamasındaki en ciddi sorun olan uzun ve haksız tutuklamalara son vermek gerekir. Türkiye'de biz demokratlar insanların tutuklu kalmalarından memnun kalmamalıyız. Tutuklu olanların serbest bırakılmasını bir affetme olarak algılamamalıyız. Tutukluluk hali istisnâi bir haldir, suçluluk haline tekâbül etmez. Dolayısıyla âdil yargılanma çerçevesinde Ergenekon davasında gündeme gelen haksız uzun tutuklamaların aslında solun 1960'larda, 1970'lerde hatta 80'lerde Devrimci Yol davasında yıllarca mahkemeye çıkmadan tutuklu kaldıklarını hatırlarsak veyahut bugün dahi çeşitli küçük sol örgütlerle ilgili yapılan tutuklamalarda 1 yıl 2 yıl iddianame bekleyen tutukluların olduğunu hatırlarsak Ergenekon davasında da tutukluluk halinin bir istisnâi hal olması gerektiğini, savcıların iddianameleri etkili biçimde ve sadece gerçekten suç teşkil eden kanıtları iddianameye koyarak hazırlamaları gerektiğini, yoksa her türlü bilgiyi iddianameye boca ederek bir tür iddianameyi toplu teşhir aracı olarak kullanmamaları gerektiğini, tüm bunların Türkiye'deki adli yargıda çok ciddi sorunların var olduğunu gösterdiğini söylememize engel değil. Ergenekon davasının sonuna kadar üzerine gidilmesini talep etmek aynı zamanda Türkiye'deki adli yargının Ergenekon zanlıları için ve diğer tüm zanlılar için çok ters ve etkisiz çalıştığını, âdil çalışmadığını hatırlatabiliriz.

- Özgürlükçü, demokrat sol yeterli tepkiyi gösterebildi mi? Bu sürece yeteri kadar müdâhil olabildi mi?

- Maalesef. 1997'de Susurluk kazası olduğunda gösterdiğimiz tepkiyi bugün yeteri kadar göstermiyoruz. Bunun bazı nedenleri var. Susurluk'ta mahkemeler başlamamıştı, mahkemeler başlasın diye hareket etmiştik. Şimdi insanların mobilize olmamalarının nedeni de mahkemelerin başlamış olması olabilir. Daha fazla ne talep edebiliriz tepkisi olabilir. Motivasyon eksikliğinde bunu da dikkate almak lazım. Susurluk davasında yargılanma olmadı. Kutlu Savaş'ın verdiği bir rapor vardı ve o raporlarda kaldık. Bugün yargılamaların olması belki de insanları daha az motive ediyordur harekete geçme konusunda. İkincisi solun bir kesimi Susurluk davasında olanın aksine solun bir kesimindeki AKP düşmanlığı hatta bir sınıfsal AKP korkusu onda AKP'ye karşı bir cephe olarak algıladığı Ergenekoncuların o kadar kötü insanlar olmadıkları algısına yol açıyor. Bu solun bir kesiminin içinde taşıdığı otoriter, devletçi, elitist damarın bir AKP tepkisiyle dışa vurmasının bir sonucu. Bunun en yoğun yaşandığı yerlerin İzmir ve çevresi olduğunu görüyoruz ama maalesef sadece oralar da değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder