Yeni Sol Parti girişimi Merkezi Temas Heyeti üyesi ve
Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet İnsel ile
yeni sol üzerine röportajı Turnusol Haber'den Cihan Erdal gerçekleştirdi.
Yeni bir sol arayışı sadece Türkiye'ye özgü değil...
- 4 Temmuz’dan bu yana yeni, kitlesel bir sol parti kurma çalışmaları devam
ediyor. Bu partiyi diğer sol partilerden ayıran, yeni ve kitlesel kılacak olan
nedir?
- Partinin yeni ve kitlesel olup olmayacağını zaman gösterecek. Yeni ve
kitlesel olmasını sağlayacak koşullar nelerdir diye bakacak olursak, birincisi,
bugüne kadar sol partiler ya sadece reformist, düzen içi ve toplumsal dönüşümü
büyük ölçüde erteleyen, çeşitli gerekçelerle düzenin kurallarını benimseyen,
içselleştiren hareketler olmuşlardır. Buna karşılık sosyalist sol ise daha çok
kendi söyleminin radikalliğinin sarhoşluğuna kedini kaptırdı ve bu radikal
söylem, kendisinin siyasal alanda etkin biçimde var olmasını engelledi. Bir
ideali dile getirirken o idealin bütünüyle var olabileceğini düşündü. Bu
birazda siyasal alandan kaçmaktı. Daha çok dünyevîleşmiş bir dini hareketin
mutlaklılığını taşımaktı.
Bu eğilimlerin ötesinde, ilkelerini açık biçimde ortaya koymuş fakat bunları
ulaşılmaz ilkeler olarak tasarlamamış, bu ilkeler ışığında siyasal ve toplumsal
hareketin tarzını belirleyecek ve toplumu klasik sosyalist bakıştan biraz
farklı algılayabilecek bir sol hareket tasarlıyoruz. Bu anlamda toplumu
tahayyül tarzını sadece sınıf mücadelelerine indirgeyen, bireyleşmeyi dikkate
almayan, esas olarak toplumun sadece bir iktisadi çıkar çatışması alanı
olduğunu kabul eden ve insanları bu iktisadi çıkar çatışmaları pozisyonuna
indirgeyen bir klasik sol-sosyalist analizin aşılması gerektiğine de
inanıyoruz. Çünkü insanlar sadece iktisadi yaratıklar değiller, sadece sınıf
belirlemelerinin uzantısında yer alan robotlar değiller. Elbette sınıf
belirlemeleri de var, iktisadi çıkar çatışmaları da var fakat insanlar bunları
da içinde barındıran, ancak çok daha karmaşık ve potansiyelleri çok daha büyük
bir canlı dünyası. Sol bu insanların zengin tahayyül dünyalarını çeşitli
cepheleriyle yeniden keşfetmek zorunda.
Bir de üçüncü bir sorun var. Tabii ki 19. yüzyılın ortalarında tasarlanan bir
dizi değerlendirme, tespit edilen bir dizi gözlem, bunlardan hareketle oluşan
bir takım önerilerin bir buçuk yüzyıl sonra artık bir kısmının geçerliliğini
yitirmiş olması da normal. Zannediyorum yeni bir sol arayış girişimi Türkiye'ye
özgü değil, aslında bir çok ülkede bir buçuk yüzyıldan sonra sol-sosyalist
düşüncenin bir bilançosunun çıkartılması ve burada yeni dünyanın yeni
koşullarına uygun bir analiz ve buna bağlı bir anlam anahtarı üretilmesi de söz
konusu.
- Radikal İki'de yazdığınız bir yazıda, yeni sol partinin "demogojik
yanı ağır basan son derece radikal söylemlerin durmadan tekrarlanmasıyla vücut
bulanların partisi olmamalıdır" diyordunuz?
- Durmadan tekrarlanan sloganlar biraz dünyevî bir din algısı yaratır.
İnsanların o sloganları duymakla huzur bulması bir siyasi davranıştan ziyade
bir psikolojik rahatlama yöntemidir. Solun sloganlarla rahatlamak yerine
gerçekleştirdiği başarılarla övünmek ve o başarılara güvenme ihtiyacı var. Ne
kadar yüksek sesle bağırırsanız o kadar özgüveniniz düşük demektir. Ne kadar
çok sloganlara kendinizi hapsederseniz aslında güçsüzlüğünüzü ve kendi özgüven
eksikliğinizi örtmeye çalışıyorsunuzdur. Bunu mezarlıktan geçerken ıslık çalmak
olarak da tâbir edebiliriz.
Solda 80 sonrasında büyük bir özgüven eksikliği var. Ama sadece Türkiye'de
değil. Latin Amerika solu kısmen bunun biraz dışında. Her ne kadar dünyadaki
tüm sol Sovyetler Birliği'ni kâbe olarak kabul etmemiş olsa da Sovyetler'in
çöküşü çok büyük bir dönemin, deneyimin, çok büyük iddialarla başlamış bir
devrimin iflâsı anlamına geldi. Bu kolay hazmedilir, kolay unutulur, iz bırakmaz
bir şok değil. Üzerinden sadece 20 yıl kadar geçti. 20 yıl dünya tarihinde hiç
bir şey değil. 82 anayasası ve 80 darbesi Sovyetler'in çöküşünden daha eski.
Dolayısıyla Sovyetler'in çöküşü dünyadaki solda çok ciddi bir boşluk bıraktı.
Anti-Sovyetik olan, Sovyetler'in devrime ihanet ettiğine inanan sol dahil olmak
üzere çok ciddi bir boşluk yarattı.
İkincisi dünyada solun devrim özleminin ve değişim dinamiğinin taşıyıcısı olan
bir aktör vardı, işçi sınıfı. 19. yüzyıl ortasında bakıldığında bu işçi sınıfı
gerçekten de üretimin bilgisine sahip, esas olarak zanaatkâr kökenli,
dolayısıyla ‘üreten biziz yöneten biz olacağız’ fikrini içselleştirmiş, haklı
olarak içselleştirme imkanı olan bir sınıftı. 20. yüzyılda kapitalizmin dönüşü
işçi sınıfının elinden bu bilgiyi aldı. O meşhur mavi ve beyaz yakalılar ayrımı
geldi. Bilgi beyaz yakalıların tarafında kaldı. Dolayısıyla işçi sınıfı bu
toplumun üretim bilgisine vâkıf ve gelecek toplumun yönetimine aday bir sınıf
olma iddiasını kaybetti. Çünkü bu toplumun bilgisine vâkıf değil. Artık
makinanın bir uzantısı haline dönüştü. Makina kendisinin uzantısı değil, o
makinanın uzantısı haline dönüştü. Dolayısıyla büyük ölçüde 20. yüzyıl sonuna
geldiğimizde sol asli ve siyasi aktörünü kaybetti. Belki ritüel icabı işçi
sınıfı, proleterya vs. laflarını edebiliyoruz, edenler var ama görüyoruz ki bu
kesim artık değişimin önderi olacak sosyal konumda değil. Bu, solun tahayyül
dünyasında çok ciddi ikinci bir boşluk. Yani o büyük bolşevik devrimi çok büyük
bir fiyaskoyla sonuçlandı. Diğer devrimlerde öyle. Kalkıp da 20-30 sene önce
Enver Hocacı olanlar bile bugün herhalde Enver Hoca’nın yaptıklarını imanla
savunacak durumda değillerdir. 1917 devriminden itibaren tüm devrimler buna
dahildir. Castro da buna dahil. Küba devrimi bir ölçüde biraz daha ayrıdır, çok
katı bir totalitarizm gibi olmadı ama Küba devrimi başarılı oldu mu derseniz,
ayakta kalmak dışında başarısı çok sınırlı. Eğitim ve sağlık hizmetleri güzel
ancak onun dışında ayakta kalmanın ötesinde yapılması gereken devrimi devam
ettirmek değil insanları daha mutlu ve özgür kılmaktır. Bu açıdan Küba
devriminin çok başarılı olduğunu da söyleyemem. Devrim fikri bir diktatörlükle
birlikte anılmaktan kurtulamadı. Bu tabii ki çok büyük bir hayal kırıklığı.
Dile getirilmese bile solun bilinçaltını çok derinden etkileyen bir hayal
kırıklığı. Bugün özgüven kaybı dediğimiz zaman bu sadece Türkiye solunda değil
tüm dünya solunda var olan bir kayıp. Bu yapılanların bilinçaltında bilançosu
henüz çıkartılmadı. Daha nerede yanlış yapıldığıyla ve niçin yapıldığıyla
hesaplaşılamadı.
- Geleneksel soldan kendini ayırt etmek, sosyalizmin tarihiyle hesaplaşmak
bağlamında bir ÖDP deneyimi yaşandı. Neden başarılı olamadı?
- Daha erkendi. ÖDP'deki başarısızlığı ben doğal buluyorum. Bir şeyi değiştirmeye
karar verdiğimiz zaman, düğmeye basar basmaz olacak gibi bir aceleciliğimiz
var. İnsanlık tarihinin değişim dinamiklerine baktığımız zaman herhalde 15 yıl
insanlık tarihinde nokta gibi görünür. 1789 devriminden neredeyse yüz yıl sonra
Fransa'da hâlâ monarşi mi cumhuriyet mi tartışması yapılmaya devam ediyordu.
1875'te 1 oy farkla mecliste cumhuriyet oylandı. Sovyet devrimine baktığımızda
en uzun yaşayan sosyalist deneyim 1917'den 1991'e kadar. Bu çok uzun bir süre
değil, mesela yüz yıl değil. Tüm bunlara baktığımızda Sovyet devriminin çökmesi
1991, ÖDP'nin hayata başlaması 1996. ÖDP hayata başladığında Sovyet, Çin,
Arnavutluk veya başka başarısız olduğunu gördüğümüz sosyalist devrim
deneyimlerinin içinden gelmiş, gençlikleri o dünyada yoğrulmuş, yıllarca onun
doğruluğuna inanmış insanlar ister istemez ne kadar değiştik deseler de o kadar
hızlı değişemezlerdi. Ya da geçmişte bütünüyle gayrı samimiydiler.
- Değişmek istememiş de olabilirler?
- İstememiş de olabilirler. Değişmek de kolay değil. Düğmeye basarak değişmek
öncekinin sahte olduğunu gösterir. Belki erkendi, belki böyle bir deneyim
yaşanması yerindeydi, yapılmalıydı fakat bunun başarısız olmasını doğal
karşılamak lâzım. Çünkü geçmişteki birikimlerin üzerinden oluşan bir deneyimdi.
Bugün ise artık aradan geçen zamanın getirdiği bir mesafe var. O mesafenin
getirdiği bir yeniden soğukkanlı şekilde kendi geçmişimizi değerlendirme imkânı
var. Nerelerde daha fazla yanlış yapıldığı yanlışların tekrarından ders
çıkartma imkânımız var. Ve tabiiki aynı zamanda da modernizmin küreselleşmeyle
beraber yeni bir dünya yarattığı ve bu dünyanın kabul edilemez vasıflarının
sosyalistler ya da insanlık açısından çok daha belirgin olduğu bir yerdeyiz.
1996'da bu bir slogandı, küreselleşmeye karşı bunun tehlikelerinin ifade
edilmesi bir slogandı; çünkü bir kesim için de küreselleşme bir umuttu,
açılımdı. Şimdi 15 sene geçti ve o neoliberal küreselleşmenin bütün yıkıcı
sonuçlarını gördüğümüz bir dönemdeyiz. O bakımdan da belki şimdi zaman biraz
daha uygun ve belki de sol daha olgun.
- Yeni sol parti Kürt sorununun çözümünde nasıl bir yol öneriyor?
- Kürt sorununa iki türlü yaklaşabiliriz. Birincisi Kürt sorunu Kürtlerin
sorunudur ve onlar çözmelidir diye yaklaşabiliriz; böylece Türkiye'de
sorunların sadece ilgili kişilerle yani Alevilerle Alevi sorununu çözmek,
Kürtlerle Kürt sorununu çözmek, eşcinsellerle eşcinseller sorununu çözmek,
kadınlarla kadın sorununu çözmek gibi bir tür
kimlik korporatizmi diyebileceğimiz
bir yaklaşıma teslim oluruz. Bizim savunduğumuz solun en önemli iddiası içinde
bulunduğumuz toplumun insani sorunlarının tüm yurttaşların sorunları olmasıdır.
Ve esas olarak da kendisi için demokrat olmayan hareketler olacaksak yani
diğerkam
hareketler olacaksak, demokrasiyi kendi çıkarımızı azamiye çıkartma
amacı gütmeyen, genel ilkeler çerçevesinde bir toplumsal ve insanî, yeni
medeniyetin yaşam tarzı olarak tasarlıyorsak o zaman Kürtlerin sorunlarının
bizim hepimizin sorunu olduğu noktasından hareket etmemiz lâzım. O zaman şöyle
bir şey karşımıza çıkıyor; Kürtler yurttaşlık hakları olarak diğer yurttaşlarla
eşittirler. Ama bu Kemalist yahut milliyetçi ideolojinin söylediği gibi
'Kürtler
zaten yurttaş olarak eşittirler' anlamına gelmiyor. Eşitlik tektip,
matematiksel bir eşitlik olmak zorunda değil, bir eşittir bir noktasında değil,
bir denklik üzerine farklılıklarımızın denkliği üzerine bir eşitlik kurmamız
lâzım. Yani herkes Türkçe konuştuğu için Türkçe konuşmak zorunda olduğu için ve
konuştuğu zaman eşittir dediğimiz zaman bu bir tahakkümün eşitlik kılıfı
ardında empoze edilmesidir. Bizim eşitlik kavramımızın farklılıkların denkliği,
o denkliğindeki eşitlik üzerine Kürdün Kürtçe konuşması, Türkün Türkçe
konuşması, Alevilerin Aleviliğin ritüellerini yerine getirebilmesi, Sünnilerin
Sünnilik ritüellerini özgürce yerine getirebilmesi üzerine oluşan bir
yurttaşlık denkliği zeminidir savunduğumuz. Dolayısıyla Kürt sorununun aynı
zamanda bir Türk sorunu olduğunu, tüm yurttaşların sorunu olduğunu, yurttaşlık
hakları sorunu olduğunu gündeme getirmemiz gerekir. Ben milliyetçiliğin her
türlüsüne karşı olmamız gerektiği kanaatindeyim. Burada hâkim kesim etnik
milliyetçiliğine tepki olarak gelişen karşı milliyetçiliklerin de kendisini bir
benzer milliyetçilik içinde ürettiği bunun da gelecekteki sorunların kaynağını
oluşturabileceğini bilerek, milliyetçiliği her kesimdeki milliyetçi potansiyeli
aşabilecek bir alan açmakla sol yükümlüdür.
- DTP bunu aşabildi mi?
- DTP'nin bunu aşabilmesi için demokratik çerçevede seçilmiş, önüne konan
zorlukları, engelleri aşarak direnerek meclise girmiş bir partiye gösterilmesi
gereken saygıyı ve eşit muameleyi göstermek gerekirdi, gösterilmedi. DTP'ye hep
bir parya muamelesi yapıldı. Ne başbakan ne ana muhalefet partisi lideri DTP'yi
muhatap almadılar. Meclise bu kadar zorluğa rağmen girme iradesi göstermiş bir
partiyi muhatap bile almadılar. Onları muhatap almazsanız şu anlama gelir. Ya
DTP kendisini aşarak dönüşümü sağlayacaktır, ama bu da çok kolay bir şey değil.
DTP'den AKP'nin ve CHP'nin yapamadığı değişim iradesini beklemek de kolay
değil. CHP'nin ve MHP'nin halini görüyorsunuz, AKP'nin nasıl değişmekte
zorlandığını görüyorsunuz. O zaman DTP'nin kendi başına hem de bir de
dışlanmışlık yükünü üzerinde taşıyarak bütünüyle değişmesini beklemek
haksızlık. Değişim o yüzden beklenilenden az oldu. Ama elbette ki değişim
ilaçla, kötekle, zorlamayla olacak bir şey değildir; aynı zamanda bir empati
üzerine, karşılıklı diyalog üzerine değişirsiniz. Yoksa sürekli dışlanırsanız o
dışlanma kimliğinize sarılırsınız daha fazla.
- Kurulacak partinin Kürt toplumsal muhalefetiyle kuracağı ilişki nasıl
olmalı?
- Elbette Türkiye'de özgürlükçü, demokratik bir sol partinin, adalet ve
dayanışmayı vicdan hareketi olarak kendini tanımlayan adalet ve dayanışma
merkezli bir sol partinin Kürt sorununa bu Kürtlerin kendisinin çözmesi gereken
bir iştir diye bakması sözkonusu olamaz. Ama böyle bir partinin
kimlikler
federasyonu olması da sözkonusu olamaz. Kimlikler federasyonunun
ötesine geçebilmemiz lâzım. Bu kimlikleri koruyarak, geliştirerek ama aynı
zamanda ortak kimliğimizi de pekiştirerek, ortaklığımızın kimliğini
pekiştirerek var olabilmemiz lâzım. Böyle bir sol partinin sırtında bu
ortaklığın kimlikleri yitirmeden eşit haklara sahip olduğu bir ortaklığın
gerçekleştiği bir zemin olma yükümlülüğü var. Bunun yanında Kürtlerin esas,
siyasal sorunu Kürt sorunu olan parti kurması da elbette mümkün olmalı. Bunlar
birbirine ikame olacak şeyler değiller. Bazı Türkler sadece sorunlarının Kürt
sorunu olduğunu ve esas olarak kendilerinin Kürt sorunu merkezli siyaset yapmak
istediklerini de iddia edebilirler bu da onların hakkıdır dolayısıyla onların
olduğu kanalda değil ama dediğim gibi bir ortak yurttaş hareketi kanalında yer
alacak tüm Kürtlere, tüm Alevilere, erkeklere ve kadınlara, gençlere tüm
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına, bu ilkeleri kabul edenlere kapısının açık
olması lâzım. Dediğim gibi kapısı açık olup da efendim biz Kürt sorununu
iktidara gelince halledeceğiz, şimdi amacımız iktidara gelmektir deyip de ne
Ermeni sorununu ne de Kürt sorununu araçlaştırmamak gerek. Zaten yeni parti
söyleminin arkasında önemli sâiklerden bir tanesi de her şeyi iktidara gelme
perspektifine indirgemeyen bu günden bu toplumda ve hayatın her alanında
değişimin koşullarını zorlayan ve iktidara gelmemiş olsa bile iktidarı değişim
yönünde zorlayan bir parti olmalıdır. Her şey iktidara gelince çözülmez, siz
iktidarda olmasanız da iktidarı değişim yönünde zorlayabilirsiniz ve eğer
iktidar sizin değişim yönünde yaptığınız zorlamayı gerçekleştiriyorsa da bu
yapılan değişimi inkâr etmek gereğini duymazsınız, bu hegemonik güç olmanın
adıdır.
- Daha çok demokrasi mücadelesi ve özgürlükler üzerine odaklanıldığı gibi
bir algı da var. Peki nasıl bir iktisadi politika ?
- İktisadi politikamız ne olacak deyip de bunu hayatta uygulamamak üzerine
oluşmuş bir sol gelenek var dünyada. İktidarda olduğunuz zaman iktidarda olma
koşullarınız sizin neyi yapacağınızı belirler. Önceden yaptıklarınız
söyledikleriniz de iktidarda olma koşullarınızı belirler. Onun için iktisadi
politikalarınızın ne olacağı konusunu şimdiden tartışmanın, konuşmanın çok
önemi yok. Bunlar tamamen teorik boş tartışmalardır. Genel ilkelerden hareket
ederek
sol eşitlikle özgürlüğün beraber olabileceği bir iktisadi düzeni
tasarlamak zorunda. Biz 20. yüzyılda eşitliğin özgürlüğe feda edildiği
sosyalist rejimleri gördük. Yoksullukta veya sıkıntıda eşitlik
yaratabilirsiniz, bazı haklarda eşitlik yaratabilirsiniz ancak özgürlüğün feda
edilmesi bedeline rağmen elde edilen eşitlik bugün biraz nostaljik olarak
anımsansa da Doğu Almanya'yı nostaljik olarak yaşayan Doğu Almanya'daki
Almanlara bugün bir daha 1960'lara geri döner misiniz deseniz, dönmeye
zorlasanız herhalde hiçbiri dönmek istemezler. O bir nostalji çünkü artık.
Solun en önemli kıstası iktisadi yaşamın insan
amaçlı olmasıdır. Sermaye birikimini maksimize etmek, azamiye
çıkartmak değil, insanların özgürlüklerinin ve refahlarının artmasına yönelik
bir faaliyete girmesidir. Burada özel mülkiyeti lağvedersek bunu elde ederiz
diyerek hareket edenlerin varlıklarının pek iç açıcı olmayan sonuçlarını
gördük, dolayısıyla herhalde bu gün hiç kimse kalkıp da biz özel mülkiyeti
lağvedeceğiz diye ortaya çıkma cüretini taşıyamaz, taşırsa da bunun
sonuçlarının ne olacağını üç aşağı beş yukarı artık biliyoruz; dolayısıyla özel
mülkiyetin lağvedilmesi yakın planda lağvedilmesi biçiminde herhalde solun
artık idealinde yer almıyor. Özel mülkiyetin etkisinin, hakimiyetinin toplumsal
kararlardaki önceliğinin azaltılması, yani özel mülkiyetin toplu yarar üzerinde
bir hakimiyet oluşturmasına engel olunması, herhalde Türkiye’de ve başka
ülkelerde solun iktisat politikalarındaki en önemli ilkesidir. Özel mülkiyetin
empoze ettiği kendi özel sermaye birikiminin hedeflerine uygun politikaları
gözü kapalı kabul etmek yerine bunların toplumsal ortak yarar açısından
denetlenmesi, dizginlenmesi, engellenmesi, yönlendirilmesi. Dört tane ayrı
şeyler bunlar; çünkü bazılarını engellemek gerekecektir, bazılarını denetlemek
gerekecektir, bazılarını dizginlemek gerekecektir, bazılarını da yönlendirmek
gerekecektir. Dördünü de duruma göre yapan; örneğin nükleer santral yapmak
istemiyorsanız bunu engellersiniz ama bütün Türkiye’yi de rüzgar gülü
santralleriyle donatmak da aynı zamanda başka sorunlar yaratacağı için onu da
yönlendirmek zorundasınız. Yani bunun alternatifi de bütün Türkiye’nin rüzgar
gülü santraline dönüşmesi değildir; enerji tüketiminin yönlendirilmesini
elbette yapmak zorundasınız. Bunları bir ortak yarar kıstasından
hareketle belirlemek gerekir. Solun politikası, iktisadın ortak yarara yönelik
bir ivme içinde olmasıdır. Bireysel yararı ve bireysel özgürlükleri feda eden
bir ortak yarardan bahsetmiyorum. Yani ulusal çıkarlar deyip, ulusal özgürlük,
devlete özgürlük deyip de bireye özgürlüğü lağveden bir devletçi, milliyetçi
faşizan bir ortak yarar kavramı değil elbette. Buna dikkat etmemiz lâzım, çünkü
ortak yararın yüceltilmesi sadece sola özgü değildir. Faşistler de ortak yararı
yücelterek bir dizi faşizan eylem yapabilirler. Onun için bireysel özgürlükleri
lağvetmeyen, bunları inkar etmeyen, küçümsemeyen ama bireysel özgürlüklerin
ortak yarara katkıda bulunmasını, bunların birbiriyle sinerji halinde
tamamlayıcılık halinde olmasını sağlayacak politikalardır. Dayanışmadan
bahsettiğimiz zaman dayanışma sadece insanların cebine para koymak değildir,
dayanışma aynı zamanda örneğin tek başına yaşamak zorunda kalan yaşlılara
toplumun elini uzatmasıdır. Sadece yoksullara para vermek değildir, yoksullara
aynı zamanda sosyalleşme, toplumlaşma, toplumun içinde saygın ve dingin biçimde
yer alma olanaklarını yaratmaktır. Açlıktan ölmelerini engellemek yeterli
değildir insanların. Aynı zamanda toplum içinde eşit dingin konumda olmalarını
sağlamaktır; dolayısıyla solun sadece iktidar politikasına indirgenmez bir
sosyolojik iktisadi politikası olması gerektiğini söyleyebiliriz.
- Ergenekon davası süreci Türkiye'de solda da büyük bir ayrışmaya yol açtı.
Solun Ergenekon'a yaklaşımı konusunda ne söylemek istersiniz?
- Ergenekon Davası'nda tavır çok açık. Bu dava Türkiye'de vesayetçi rejim
davasıdır. Dolayısıyla özgürlükçü, demokrat solun bu davanın sonuna kadar
üstüne gidilmesi, suçluların, darbe planlayanların, tedhiş eylemlerinde
bulunanların-çünkü bunlar sadece darbe planlamakla kalmış değiller- Diyarbakır'da
sadece taş atan çocuklara on beş yıl hapis isteniyor, bomba atanlara bunun daha
fazlası istenmek gerekir. Dolayısıyla bu kişilerin toplumu korkutma, bastırma,
yıldırmaya yönelik tedhiş eylemleri ve bu çerçevede iktidarı ele geçirmeye
yönelik bir hareketlenme içinde olduklarını ve bunların içinde vesayet
rejiminin en üst mevkilerine gelmiş kişilerin bulunduğunu, cezalandırılmaları
gerektiğini ve AKP'nin bunların üzerine yeteri kadar gitmediğini ısrarla
belirtmek sol açısından bir yükümlülüktür. Yalnız bu yükümlülük düşmanımın da
âdil yargılanma hakkı olduğunu unutmadan söylenmesi gereken bir yükümlülük. Kendisi
için demokrat değil herkes için demokrat olan diyoruz ya, suçlu için
de haklar vardır ve bunun âdil yargılanma içinde çözülmesini aynı şekilde sahip
çıkmak gerekir. Ceza mahkemesi yargılamasındaki en ciddi sorun olan uzun ve
haksız tutuklamalara son vermek gerekir. Türkiye'de biz demokratlar insanların
tutuklu kalmalarından memnun kalmamalıyız. Tutuklu olanların serbest
bırakılmasını bir affetme olarak algılamamalıyız. Tutukluluk hali istisnâi bir
haldir, suçluluk haline tekâbül etmez. Dolayısıyla âdil yargılanma çerçevesinde
Ergenekon davasında gündeme gelen haksız uzun tutuklamaların aslında solun
1960'larda, 1970'lerde hatta 80'lerde Devrimci Yol davasında yıllarca
mahkemeye çıkmadan tutuklu kaldıklarını hatırlarsak veyahut bugün dahi çeşitli
küçük sol örgütlerle ilgili yapılan tutuklamalarda 1 yıl 2 yıl iddianame
bekleyen tutukluların olduğunu hatırlarsak Ergenekon davasında da tutukluluk
halinin bir istisnâi hal olması gerektiğini, savcıların iddianameleri etkili
biçimde ve sadece gerçekten suç teşkil eden kanıtları iddianameye koyarak
hazırlamaları gerektiğini, yoksa her türlü bilgiyi iddianameye boca ederek bir
tür iddianameyi toplu teşhir aracı olarak kullanmamaları gerektiğini, tüm
bunların Türkiye'deki adli yargıda çok ciddi sorunların var olduğunu
gösterdiğini söylememize engel değil. Ergenekon davasının sonuna kadar üzerine
gidilmesini talep etmek aynı zamanda Türkiye'deki adli yargının Ergenekon
zanlıları için ve diğer tüm zanlılar için çok ters ve etkisiz çalıştığını, âdil
çalışmadığını hatırlatabiliriz.
- Özgürlükçü, demokrat sol yeterli tepkiyi gösterebildi mi? Bu sürece yeteri
kadar müdâhil olabildi mi?
- Maalesef. 1997'de Susurluk kazası olduğunda gösterdiğimiz tepkiyi bugün
yeteri kadar göstermiyoruz. Bunun bazı nedenleri var. Susurluk'ta mahkemeler
başlamamıştı, mahkemeler başlasın diye hareket etmiştik. Şimdi insanların
mobilize olmamalarının nedeni de mahkemelerin başlamış olması olabilir. Daha
fazla ne talep edebiliriz tepkisi olabilir. Motivasyon eksikliğinde bunu da
dikkate almak lazım. Susurluk davasında yargılanma olmadı. Kutlu Savaş'ın
verdiği bir rapor vardı ve o raporlarda kaldık. Bugün yargılamaların olması
belki de insanları daha az motive ediyordur harekete geçme konusunda. İkincisi
solun bir kesimi Susurluk davasında olanın aksine solun bir kesimindeki AKP
düşmanlığı hatta bir sınıfsal AKP korkusu onda AKP'ye karşı bir cephe olarak
algıladığı Ergenekoncuların o kadar kötü insanlar olmadıkları algısına yol
açıyor. Bu solun bir kesiminin içinde taşıdığı otoriter, devletçi, elitist
damarın bir AKP tepkisiyle dışa vurmasının bir sonucu. Bunun en yoğun yaşandığı
yerlerin İzmir ve çevresi olduğunu görüyoruz ama maalesef sadece oralar da
değil.